12 Şubat 2012 Pazar

AKYAKA

Sabahın 07.30’unda Akyaka’dayız, sahile iniyoruz. Hiç tanımadığımız orta yaşlı bir beyefendi bize; “günaydın” diyor. Gülümseyerek başlıyoruz güne.
İstanbul’da aynı asansöre bindiğiniz için selam verdiğiniz pek çok kişinin; “Bana selam verdi, bir şey mi isteyecek acaba şimdi?” mantığıyla selam bile vermediğini hatırlayıp şaşırıyoruz başlangıçta. Daha sonra yanımızdan geçen herkesin gülümseyerek “iyi bayramlar” dilemesi bize artık Ege’de olduğumuzu hatırlatıyor.
O saatte ortalıkta havlayan birkaç köpek ve dalga seslerinden başka ses duyulmuyor Akyaka’da ancak pek çok kişi güne birkaç kulaç atarak başlamayı tercih ettiğinden denize girmiş bile.
Deniz kıyısında kahvaltımızı yapıyoruz.
Yol boyunca adım başı gördüğümüz “köy kahvaltısı bulunur” tabelalarından sonra inadına mükellef bir “şehir kahvaltısı” yapıyoruz. Hoş köy kahvaltısı da yemiş olabiliriz, ne de olsa şehirde yediğimiz kahvaltıdan farklı bir içerik sunmuyorlar adına köy denilince.
Sonuçta hepsi aslında “Türk kahvaltısı”, üç aşağı- beş yukarı birbirinin aynı. Örneğin bir İngiliz’in ya da Fransız’ın kahvaltısı bizimkilere hiç benzemez. Fransız kruvasanını kahvesine batırır afiyetle yer. Hoş Fransızların sahip çıktıkları kruvasan da aslında Türkler sayesinde ortaya çıkmıştır.
Türkler Viyana’yı kuşattıktan sonra geri çekilirken ağırlık bırakma gereği duymuş ve çuvallar dolusu kahveyi orada bırakmışlar. Esir düşen yeniçerilerden kahvenin ne olduğunu ve nasıl pişirildiğini öğrenen Viyanalılar, yanına bir de kuşatma sırasında ellerinde kalan unlarla karın doyurmak için Osmanlı bayrağının hilâlinden esinlenerek yaptıkları ay çöreklerini eklemişler. Osmanlı’nın geri çekilmesi; “Zafer, düşmanı tek lokmada yutmaktır” sloganıyla kruvasan yiyerek kutlanır.
Hatta rivayet odur ki kruvasan ismi bizim yeniçeri Kuru Hasan’dan gelir.
Köy kahvaltısı meselesine geri dönecek olursak; insanların yaratıcılıktan bu kadar uzak ve taklitçi olmalarına anlam veremiyorum. Bir şey tuttuğu zaman “aman risk almayalım, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” diye aynısını taklit ediyorlar. Oysa fırtınayı göze alamayanın kıyıdan hiç ayrılamayacağını unutuyorlar.
Akyaka’da dağdan akan sular denize kavuşuyor, adeta doğal bir jakuzi yaratıyor suyun içinde kaynayan su. Yarattığı baloncuklar da görülmeye değer.
Akyaka; minik pansiyonları, şirin restaurantları, kamp alanları, plaj kulüpleri, ormanda yürüyüş parkuru ile huzurlu bir tatil sunuyor misafirlerine.
Deniz kenarında aloe vera bitkisine rastlıyoruz. Ağaç boyundaki dev çiçeği, kaktüsün göbeğini süslüyor. Birbirini sevdiğini söyleyen ama doğayı sevmeyen âşıklar, zavallının yapraklarına aşklarını kazımışlar. İleride fosilleşmeyi becerebilirse inceleyecek olanlar Akyaka’da papirüs yerine aloe vera kullanıldığını düşünecekler korkarım.
Akyaka’yı Akyaka yapan Nail Çakırhan’ın açtığı Nail Çakırhan, Halet Çambel Kültür ve Sanat Evi’ne de gidiyoruz, ancak üzülerek akşam saatlerinde bir sergi için açılacağını öğreniyoruz. Vaktimiz olmadığından bu kez görmek kısmet olmuyor.
Ancak kültür evine giremesek de Akyaka’daki birbirinden güzel evlere baktıkça eserlerini görüyoruz.
Akyaka sokaklarında narenciye kokuları ile burgovilyaların renklerine doyum olmuyor. En kısa zamanda tekrar gelmek üzere ayrılıyoruz bu şirin yerden.
Otoyoldan çıkıp nostalji olsun diye iki tarafına ekili okaliptüs ağaçları nedeniyle adeta yeşil bir tünele dönen eski Marmaris Yolu’na giriyoruz. Zamanın Muğla Valisi’nin oradaki bataklığı kurutmak için ektirdiği ağaçlar bunlar. Bataklık canavarı bu mucizevî ağaçlar günde 400 litre, yılda ise 250 ton; yanlış okumadınız tam iki yüz elli ton su çekiyorlar topraktan.
Pek çok Türk filmine de mekân olan bu güzel yolu da geride bırakıp yolumuza devam ediyoruz.

İstikamet Marmaris...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder