5 Şubat 2012 Pazar

Seyyahname

27.08.2011 Cumartesi
Yola çıkmaya hazırlanıyoruz, evde bir bayram havası. Uzun süredir adam akıllı bir tatile çıkamamanın acısını çıkartmak üzere ailecek son hazırlıkları yapıyoruz.
Hazırlanmak zor zanaat… Arabada dört kişi olacağız, eşya çok, bagaj da tır kasası değil haliyle.
1-2 çanta denemesi yapıyorum, olabildiğince az eşya ile yola çıkmalı ama gideceğim yerde de herhangi bir şeyin eksikliğini hissetmemeli.
İlk etapta odanın zeminine yığdım yığından sürekli bir şeyleri çıkarıyorum ama öteki taraftan da yeni bir şeyleri ekliyorum, valiz değil Halil İbrahim sofrası mübarek, boşalttıkça doluyor.
Neyse en sonunda orta yolu buluyorum, yarım düzine elbiseden, 2 şişe farklı faktörlü güneş kremimden, bir çift ayakkabıdan, aksesuarlardan, ve sair ıvır ve zıvırdan feragat edince zor da olsa valizin fermuarı ile olan güreşimi hükmen kazanıyorum.
Minik bir sorunum var, beta cinsi, maviş, güzeller güzeli bir balığım var benim. Fanusta yaşar, günde bir kez yemeğini yer, çok usludur, gıkı bile çıkmaz balıkusun.
Adı yok, canımız o an ne isterse o isimle çağırırız kendisini ama en çok da balıkus diyoruz. Neyse lafı uzatmayalım, balıkusumu emanet edecek komşu, akraba, eş dost bulamadık.
Akvaryumcu bile pansiyoner olarak almayı reddetti. Eh, cami avlusuna da bırakacak halimiz yok yavrucağı, ben de balıkusa minik bir kavanoz aldım, bizimle geliyor. İnşallah o da bizim gibi gezmeyi seviyordur.
Artık gitmeye hazırız.
Kısmetse güneye ineceğiz. Belirli bir programımız yok, beğendiğimiz yerde kalacağız. Şarkıda dediği gibi “Kafa nereye biz oraya…”
Sefere Ayrılık Çeşmesi’nden başlamak adettir ama Kadıköy’deki çeşme bizim gideceğimiz yöne ters düşüyor, bari Bağdat Caddesi’nde katılalım diyeceğim, o da olmuyor; cadde trafiği de tek yön; o da ters yönde akıyor.
Ne yapalım kısmet değilmiş atalarımızın izinden gitmek, biz de yeni jenerasyon olarak E-5’ten gidelim mecburen. Bakarsınız gelecekte Ayrılık Çeşmesi’nin yerini de otoyoldaki seyyar sucuların heykelleri alır bir gün.
Asansörden iniyoruz ve kapıcımızın oğluyla göz göze geliyoruz, bir anda gözlerimiz parlıyor, birkaç bin wattlık ampuller yanıp sönüyor beynimizde. Balıkusuma minik bir arkadaş bulduk sanırım.
Balıkusumu görünce onun da yüzü aydınlanıyor, ona da bayram eğlencesi çıkıyor. Arabaya binerken balıkusum yüzgeçlerini sallıyor, yaşlı gözlerini gizliyor bir midye kabuğunun ardında, kolay değil ilk defa ayrı kalacağız; hem de tam 9 gün. Gülmeyin; ne var, olamaz mı yani, balıksa duyguları yok mu sanırsınız?
Neyse bu pek acıklı veda sahnesinin ardından düşüyoruz yollara…
İlk hedefimiz Manisa; bayram ziyaretleri yapılacak. Yolda ünlü Kırkağaç kavunlarından alalım diyoruz ama özlediğimiz tadı bulamıyoruz. Bir zamanlar birkaç film çekip her nasılsa ünlenmiş ama sonradan ışığı sönmüş yıldızlar gibi, kavunlar da fos çıkıyor.
Aç turist yola çıkamaz; Manisa kebapları ile avutuyoruz kendimizi. Ertesi gün asıl tatil başlıyor; ilk durak Akyaka.
Manisa’dan İzmir’e inerken her zamanki tabela ile dumur oluyoruz bir kez daha; “Çıktığınız vitesle ininiz.”
İyi de ben buradan en son ne zaman çıktığımı bile hatırlamıyorum ki hangi vitesle çıktığımı hatırlayayım Sayın Karayolları! Aslında bunun yerine “Peygamber vitesiyle inmeyin de ne yaparsanız yapın” yazsalar çok daha açıklayıcı olurdu emin olun.
Yollar duble yol olmuş, çok güzel, birkaç yer dışında tabir-i caizse kaymak gibi asfalt yollardan gidiyoruz. Dolayısıyla mesafeler daha kısa geliyor eski dar ve virajlı yolları hatırladıkça.
Hoş İzmir’den İstanbul’a taşınıp şehir içi 2-3 saat trafikte zaman harcamaya alışmış bünyelere uzak bile gelmiyor artık hiçbir yer.
Uzun yolların da ayrı bir raconu oluyor. Şoförler uluslar arası yaygın bir dil olan Sellektörce lisanıyla anlaşıyorlar her konuda.
Selektörle sollamak için yol isteyenler arenada güreşen boğalara benziyor, zayıf olan sağ şeride kaçıp güçlü erkeğe yol verir…
Bir de şoförler arasında radar kardeşliği var; birbirlerine yol vermek yerine neredeyse can vermeyi tercih edecek adamlar nasıl oluyorsa oluyor; yolda radar varsa mutlaka insanlık namına selektörle uyarıyorlar karşıdan gelenleri. Belki de başımızın gözümüzün sadakası olsun diyorlardır, kim bilir.
Uzun yolların olmazsa olmazlarından biri de benzin istasyonlarındaki molalar.
Ne yalan söyleyeyim; tuvaletlere sensörlü lamba koyan amcaları sensörün önüne bağlayasım var. Aslında belki de bizi düşünüyorlar, “boş boş oturacağınıza azıcık hareket edin, spor olur” diyorlardır.
Yol üstü restaurantların ortak hizmeti de araç duşları. İstanbul’daki oto kuaförlerinin pabucunu dama atan bu hizmet tamamen ücretsiz, yani sebil.

devam edecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder