19 Şubat 2012 Pazar

VARVARİS (MARMARİS)

MARMARİS
Şirin Akyaka’yı geride bırakıp Vavaris’e doğru ilerliyoruz. Vavaris; Marmaris oluyor.
Ben ilk kez 9 aylıkken Vavaris’te denize girmişim. Anlayacağınız doğru dürüst yürümeyi öğrenmeden Vavaris’te yüzmeyi öğrenmişim ördekbaşlı simidimle; bu yüzden de yeri ayrıdır bende her zaman Marmaris’in.
İnerken bir tepede duraklıyoruz, aradan geçen zamanda neler değişmiş diye inceliyoruz kuşbakışı. Büyümüş, gelişmiş, serpilmiş Marmaris ama makyaj yapmayı pek öğrenememiş; keşke eski günlerdeki gibi sade ve doğal kalabilseymiş. Yüksek binaları ile herhangi bir Anadolu şehrinden farkı kalmamış bu güzel ilçenin.
Tepeden aşağıya sahile iniyoruz yavaş yavaş. Bu arada su şişesi ile büyük aşk yaşıyoruz, yol boyunca el ele, kol kolayız. Gerçi bana biraz soğuk davranıyor ama ne yalan söyleyeyim bu sıcakta, tam da bu yönüyle beni cezp etmeyi başarıyor.
İÇMELER/GÖLENYA
İçmeler’e gidiyoruz. 30 yıl önce turunç bahçeleriyle dolu olan eski adıyla Gölenya’nın hikâyesi de enteresan.
Eskiden erkek çocukları daha kıymetli olduğundan tarıma elverişli araziler miras paylaşımlarında hep erkek çocuklara verilirmiş, deniz kenarındaki kıymetsiz araziler de kızlara. Eh, Allah’ın sopası yok, o zamanın fakir ama gururlu kızlarının arsalarında artık 5 yıldızlı oteller yükseliyor. Sonradan imara açıldığı için de İçmeler, Marmaris merkeze oranla çok daha düzenli ve güzel.
İçmeler’den sonra Marmaris’in diğer ucuna Yalancıboğaz’a gidiyoruz. Yolumuzun üzerindeki Günnücek Ormanı’nda duraklamamak olmaz.

GÜNNÜCEK ORMANI
Yörede endemik bir ağaç türü olan günnük ağaçlarının en yoğun olarak bulunduğu yer Günnücek Ormanı.
Günlük ya da sığla adlarıyla anılan ağaçlardan elde edilen sığla yağı (elma yağı da deniyor), sağlık alanında ve parfüm üretiminde kullanılıyor. 25–40 metreye kadar boylanan bu ağaç, ilk bakışta çınar ağacına benziyor. Her ağaçtan iki ya da üç yılda bir, yaz mevsiminde, uzunlamasına yarıklar açılarak ağacın güzel kokulu yağı ve kabukları alınıyor.
Mide ülseri ve oniki parmak bağırsağı rahatsızlıklarında şeker ya da balla karıştırılarak içiliyor. Yara üzerine kapatılan sığla yağı, yaranın büyümesini engelliyor. Ayrıca balgam söktürücü, nefes darlığını giderici ve bedeni rahatlatıcı etkileri var.

Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın “aşk iksiri” ve parfüm olarak kullandığı sığla yağı, Hipokrat döneminden beri ilaç olarak da kullanılmış.
Eski Mısırlılar sığla yağını mumyalama işlemleri sırasında da kullanmışlar.
Eski Mısır yazılarında da geçen, dünyanın en çok oksijen üreten ağacı olarak biliniyor.
Kişisel olarak kekik, tuz ve papatya ile birlikte suya karıştırıp ayaklar için çok dinlendirici bir banyo hazırladığımı da eklemeliyim.
Diş ağrılarında da bir pamuğa sürerek dişinize koyduğunuzda ağrının dindiğini göreceksiniz.
Ancak maalesef hem ağaçlar sayıca oldukça azalmış hem de bu yağı işleyen yalnızca yaşlı bir dede kalmış. Birkaç sene sonra belki de mahrum kalacağız bu nimetten.
Günnücek Ormanı geç de olsa milli park ilan edilmiş.
Koruma altındaki ormanın içinden akan derenin sahile ulaştığı noktadan denize girmek de mümkün.


YALANCIBOĞAZ
Bu doğal limana geçtiğimiz yıllarda modern bir marina inşa edildi. Marinanın yapımından önce Yalancı boğaz’ın bir tarafından Akdeniz’e, şu an marinanın yer aldığı taraftan ise Ege’nin mavi sularına dalmak mümkün olabiliyordu. Bu doğal güzellik maalesef bozulmuş.

Yalancıboğaz ile ilgili pek çok efsane var.

En çok anlatılan efsane ise Sarı Ana ile ilgili olanı. Kanuni Sultan Süleyman Rodos’u almak üzere sefere çıkacağı zaman donanması ile Marmaris’e gelir. Sarı Ana donanmanın fırtınadan korunabilmesi için Cennet Adası’na doğru bir avuç kum serpiştirir karadan ve orada doğal bir mendirek oluşmasına neden olur.
Tüm birliklerini tek bir ineğinin sütü ile beslediği rivayet edilen Sarı Ana’nın ününü Kanuni de duymuştur ve sefere çıkmadan önce ondan akıl almak ister.
Sarı Ana, Sultan’a; “Sefer öncesi beklerken komşu bahçelerden meyve çalmayan yeniçerilerle sefere çıkması halinde Rodos’u alacağını” söyler. Bunu uygulayan Kanuni Rodos’u alır ancak teşekkür etmek için döndüğünde Sarı Ana’yı vefat etmiş bulur.
Mezarı üzerine bir türbe inşa ettirir.

Devam edecek...

12 Şubat 2012 Pazar

AKYAKA

Sabahın 07.30’unda Akyaka’dayız, sahile iniyoruz. Hiç tanımadığımız orta yaşlı bir beyefendi bize; “günaydın” diyor. Gülümseyerek başlıyoruz güne.
İstanbul’da aynı asansöre bindiğiniz için selam verdiğiniz pek çok kişinin; “Bana selam verdi, bir şey mi isteyecek acaba şimdi?” mantığıyla selam bile vermediğini hatırlayıp şaşırıyoruz başlangıçta. Daha sonra yanımızdan geçen herkesin gülümseyerek “iyi bayramlar” dilemesi bize artık Ege’de olduğumuzu hatırlatıyor.
O saatte ortalıkta havlayan birkaç köpek ve dalga seslerinden başka ses duyulmuyor Akyaka’da ancak pek çok kişi güne birkaç kulaç atarak başlamayı tercih ettiğinden denize girmiş bile.
Deniz kıyısında kahvaltımızı yapıyoruz.
Yol boyunca adım başı gördüğümüz “köy kahvaltısı bulunur” tabelalarından sonra inadına mükellef bir “şehir kahvaltısı” yapıyoruz. Hoş köy kahvaltısı da yemiş olabiliriz, ne de olsa şehirde yediğimiz kahvaltıdan farklı bir içerik sunmuyorlar adına köy denilince.
Sonuçta hepsi aslında “Türk kahvaltısı”, üç aşağı- beş yukarı birbirinin aynı. Örneğin bir İngiliz’in ya da Fransız’ın kahvaltısı bizimkilere hiç benzemez. Fransız kruvasanını kahvesine batırır afiyetle yer. Hoş Fransızların sahip çıktıkları kruvasan da aslında Türkler sayesinde ortaya çıkmıştır.
Türkler Viyana’yı kuşattıktan sonra geri çekilirken ağırlık bırakma gereği duymuş ve çuvallar dolusu kahveyi orada bırakmışlar. Esir düşen yeniçerilerden kahvenin ne olduğunu ve nasıl pişirildiğini öğrenen Viyanalılar, yanına bir de kuşatma sırasında ellerinde kalan unlarla karın doyurmak için Osmanlı bayrağının hilâlinden esinlenerek yaptıkları ay çöreklerini eklemişler. Osmanlı’nın geri çekilmesi; “Zafer, düşmanı tek lokmada yutmaktır” sloganıyla kruvasan yiyerek kutlanır.
Hatta rivayet odur ki kruvasan ismi bizim yeniçeri Kuru Hasan’dan gelir.
Köy kahvaltısı meselesine geri dönecek olursak; insanların yaratıcılıktan bu kadar uzak ve taklitçi olmalarına anlam veremiyorum. Bir şey tuttuğu zaman “aman risk almayalım, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” diye aynısını taklit ediyorlar. Oysa fırtınayı göze alamayanın kıyıdan hiç ayrılamayacağını unutuyorlar.
Akyaka’da dağdan akan sular denize kavuşuyor, adeta doğal bir jakuzi yaratıyor suyun içinde kaynayan su. Yarattığı baloncuklar da görülmeye değer.
Akyaka; minik pansiyonları, şirin restaurantları, kamp alanları, plaj kulüpleri, ormanda yürüyüş parkuru ile huzurlu bir tatil sunuyor misafirlerine.
Deniz kenarında aloe vera bitkisine rastlıyoruz. Ağaç boyundaki dev çiçeği, kaktüsün göbeğini süslüyor. Birbirini sevdiğini söyleyen ama doğayı sevmeyen âşıklar, zavallının yapraklarına aşklarını kazımışlar. İleride fosilleşmeyi becerebilirse inceleyecek olanlar Akyaka’da papirüs yerine aloe vera kullanıldığını düşünecekler korkarım.
Akyaka’yı Akyaka yapan Nail Çakırhan’ın açtığı Nail Çakırhan, Halet Çambel Kültür ve Sanat Evi’ne de gidiyoruz, ancak üzülerek akşam saatlerinde bir sergi için açılacağını öğreniyoruz. Vaktimiz olmadığından bu kez görmek kısmet olmuyor.
Ancak kültür evine giremesek de Akyaka’daki birbirinden güzel evlere baktıkça eserlerini görüyoruz.
Akyaka sokaklarında narenciye kokuları ile burgovilyaların renklerine doyum olmuyor. En kısa zamanda tekrar gelmek üzere ayrılıyoruz bu şirin yerden.
Otoyoldan çıkıp nostalji olsun diye iki tarafına ekili okaliptüs ağaçları nedeniyle adeta yeşil bir tünele dönen eski Marmaris Yolu’na giriyoruz. Zamanın Muğla Valisi’nin oradaki bataklığı kurutmak için ektirdiği ağaçlar bunlar. Bataklık canavarı bu mucizevî ağaçlar günde 400 litre, yılda ise 250 ton; yanlış okumadınız tam iki yüz elli ton su çekiyorlar topraktan.
Pek çok Türk filmine de mekân olan bu güzel yolu da geride bırakıp yolumuza devam ediyoruz.

İstikamet Marmaris...

5 Şubat 2012 Pazar

Seyyahname

27.08.2011 Cumartesi
Yola çıkmaya hazırlanıyoruz, evde bir bayram havası. Uzun süredir adam akıllı bir tatile çıkamamanın acısını çıkartmak üzere ailecek son hazırlıkları yapıyoruz.
Hazırlanmak zor zanaat… Arabada dört kişi olacağız, eşya çok, bagaj da tır kasası değil haliyle.
1-2 çanta denemesi yapıyorum, olabildiğince az eşya ile yola çıkmalı ama gideceğim yerde de herhangi bir şeyin eksikliğini hissetmemeli.
İlk etapta odanın zeminine yığdım yığından sürekli bir şeyleri çıkarıyorum ama öteki taraftan da yeni bir şeyleri ekliyorum, valiz değil Halil İbrahim sofrası mübarek, boşalttıkça doluyor.
Neyse en sonunda orta yolu buluyorum, yarım düzine elbiseden, 2 şişe farklı faktörlü güneş kremimden, bir çift ayakkabıdan, aksesuarlardan, ve sair ıvır ve zıvırdan feragat edince zor da olsa valizin fermuarı ile olan güreşimi hükmen kazanıyorum.
Minik bir sorunum var, beta cinsi, maviş, güzeller güzeli bir balığım var benim. Fanusta yaşar, günde bir kez yemeğini yer, çok usludur, gıkı bile çıkmaz balıkusun.
Adı yok, canımız o an ne isterse o isimle çağırırız kendisini ama en çok da balıkus diyoruz. Neyse lafı uzatmayalım, balıkusumu emanet edecek komşu, akraba, eş dost bulamadık.
Akvaryumcu bile pansiyoner olarak almayı reddetti. Eh, cami avlusuna da bırakacak halimiz yok yavrucağı, ben de balıkusa minik bir kavanoz aldım, bizimle geliyor. İnşallah o da bizim gibi gezmeyi seviyordur.
Artık gitmeye hazırız.
Kısmetse güneye ineceğiz. Belirli bir programımız yok, beğendiğimiz yerde kalacağız. Şarkıda dediği gibi “Kafa nereye biz oraya…”
Sefere Ayrılık Çeşmesi’nden başlamak adettir ama Kadıköy’deki çeşme bizim gideceğimiz yöne ters düşüyor, bari Bağdat Caddesi’nde katılalım diyeceğim, o da olmuyor; cadde trafiği de tek yön; o da ters yönde akıyor.
Ne yapalım kısmet değilmiş atalarımızın izinden gitmek, biz de yeni jenerasyon olarak E-5’ten gidelim mecburen. Bakarsınız gelecekte Ayrılık Çeşmesi’nin yerini de otoyoldaki seyyar sucuların heykelleri alır bir gün.
Asansörden iniyoruz ve kapıcımızın oğluyla göz göze geliyoruz, bir anda gözlerimiz parlıyor, birkaç bin wattlık ampuller yanıp sönüyor beynimizde. Balıkusuma minik bir arkadaş bulduk sanırım.
Balıkusumu görünce onun da yüzü aydınlanıyor, ona da bayram eğlencesi çıkıyor. Arabaya binerken balıkusum yüzgeçlerini sallıyor, yaşlı gözlerini gizliyor bir midye kabuğunun ardında, kolay değil ilk defa ayrı kalacağız; hem de tam 9 gün. Gülmeyin; ne var, olamaz mı yani, balıksa duyguları yok mu sanırsınız?
Neyse bu pek acıklı veda sahnesinin ardından düşüyoruz yollara…
İlk hedefimiz Manisa; bayram ziyaretleri yapılacak. Yolda ünlü Kırkağaç kavunlarından alalım diyoruz ama özlediğimiz tadı bulamıyoruz. Bir zamanlar birkaç film çekip her nasılsa ünlenmiş ama sonradan ışığı sönmüş yıldızlar gibi, kavunlar da fos çıkıyor.
Aç turist yola çıkamaz; Manisa kebapları ile avutuyoruz kendimizi. Ertesi gün asıl tatil başlıyor; ilk durak Akyaka.
Manisa’dan İzmir’e inerken her zamanki tabela ile dumur oluyoruz bir kez daha; “Çıktığınız vitesle ininiz.”
İyi de ben buradan en son ne zaman çıktığımı bile hatırlamıyorum ki hangi vitesle çıktığımı hatırlayayım Sayın Karayolları! Aslında bunun yerine “Peygamber vitesiyle inmeyin de ne yaparsanız yapın” yazsalar çok daha açıklayıcı olurdu emin olun.
Yollar duble yol olmuş, çok güzel, birkaç yer dışında tabir-i caizse kaymak gibi asfalt yollardan gidiyoruz. Dolayısıyla mesafeler daha kısa geliyor eski dar ve virajlı yolları hatırladıkça.
Hoş İzmir’den İstanbul’a taşınıp şehir içi 2-3 saat trafikte zaman harcamaya alışmış bünyelere uzak bile gelmiyor artık hiçbir yer.
Uzun yolların da ayrı bir raconu oluyor. Şoförler uluslar arası yaygın bir dil olan Sellektörce lisanıyla anlaşıyorlar her konuda.
Selektörle sollamak için yol isteyenler arenada güreşen boğalara benziyor, zayıf olan sağ şeride kaçıp güçlü erkeğe yol verir…
Bir de şoförler arasında radar kardeşliği var; birbirlerine yol vermek yerine neredeyse can vermeyi tercih edecek adamlar nasıl oluyorsa oluyor; yolda radar varsa mutlaka insanlık namına selektörle uyarıyorlar karşıdan gelenleri. Belki de başımızın gözümüzün sadakası olsun diyorlardır, kim bilir.
Uzun yolların olmazsa olmazlarından biri de benzin istasyonlarındaki molalar.
Ne yalan söyleyeyim; tuvaletlere sensörlü lamba koyan amcaları sensörün önüne bağlayasım var. Aslında belki de bizi düşünüyorlar, “boş boş oturacağınıza azıcık hareket edin, spor olur” diyorlardır.
Yol üstü restaurantların ortak hizmeti de araç duşları. İstanbul’daki oto kuaförlerinin pabucunu dama atan bu hizmet tamamen ücretsiz, yani sebil.

devam edecek...