1 Temmuz 2012 Pazar

SARIGERME - KARADON KAYA MEZARLARI

SARIGERME Sarıgerme, Osmaniye köyünün sahilinin adı. Köy sahilden 850 m içeride. Sarıgerme adı, Osmaniye’nin içinden geçen ve kumsalı bölen Sarıçay’dan geliyor. ormandan kesilen kerestelerin denize taşınmasında kullanılan Sarıçay’ın deniz bağlantısı, keresteler denize kaçmasın diye kapatılırmış. Bu işleme de “germe” denirmiş. Sarıgerme adı da böyle doğmuş. Sar-çed (Sarıgerme Çevre Eğitim Derneği) plajına gideceğiz. Arabayı köyün girişindeki otoparka bırakıyoruz, plajın orada park yasağı var. Ancak otoparktan plaja kadar ücretsiz çekçek ile transfer gerçekleştiriliyor. Çekçek bir traktörün çektiği, içinde koltuklar olan bir romörkten ibaret. Tıngır mıngır sallana sallana plaja iniyoruz çekçekle. Kümes hayvanlarından oluşan bir hayvanat bahçesi karşılıyor girişte. Tatil köylerinin bahçelerini aratmayacak kadar düzgün bir park yapılmış. Ağaçlar altında piknik yaptıktan sonra kumsalda denize girebilirsiniz. Kumlarda bizi karşılayan ilk sürpriz kumların arasında filizlenen kum zambakları, dernek tarafından koruma altında alınmış bu beyaz ve zarif çiçekler görülmeye değer. Sahile indiğimizde 2. sürprizle karşılaşıyoruz. Kumdan heykeller yapılmış sahile. Yunuslar kumdan denize dalıp çıkıyor adeta, öteki tarafta kocaman bir kaplumbağaya bir balina arkadaşlık ediyor. Sarıgerme plajının bir diğer güzelliği de derneğin engelliler için 7kmlik sahil boyunca yaptırdığı ahşap yol, plajın girişine de tekerlekli sandalyeler konulmuş. Ancak deniz için aynı güzellikte yorum yapamayacağım. Uzun süre diz hizasına bile gelmeyen engebeli bir kum var sığ denizin içinde, rüzgâr ve dalgalar da cabası. Yüzmeye çok elverişli değil anlayacağınız, pek tat vermiyor. KARADON KAYA MEZARLARI Sarıgerme’den ayrılınca Karadon Köyü’nde nar ve limon ağaçları arasında bir derenin ardında kaya mezarları ile karşılaştık yeniden. Kimisi bitmemiş izlenimi veren, Fethiye’dekiler kadar görkemli olmayan bu mezarları ilginç yapan ise tam altındaki arazide asri mezarlığın yer alması, kayaya gömme adetleri değişse de Karadon’da köylüler asırlar sonra ölülerini aynı alanda toprağa gömmeye devam ediyorlar. Limon ağaçlarının taze yapraklarını avuçlarınızın arasında sürterseniz inanılmaz kokusunu ellerinize bıraktığını göreceksiniz. İlk durağımız Akyaka idi son durağımız da Akyaka oluyor. Akşam yemeğimizi yiyoruz yola çıkmadan. 9 günde İstanbul’dan Fethiye’ye kadar toplamda 2266km yol yaptık. Vaktimiz ve imkânımız olsa ben birkaç bin kilometre daha gezsem doyamam sanırım. Bu bayram çocukluğumdaki kırmızı ayakkabılarıma inat yastığımın altında pembe paletlerim, güneş yağı ikram ediyorum şeker niyetine. Geceleri televizyon yerine dalgaları, gündüzleri ise cırcır böceklerini dinlemeyi özleyeceğim. Uyanır uyanmaz duş yerine denize dalmayı da. Tamamen plansız, programsız, spontane bir şekilde dolaştık. Tatil bitti, yorulduk, biraz dinlenmek lazım aslında. Şimdi koluna saat tak, hatta o saati kur, palet yerine ayakkabı, mayo yerine elbise giy, işe git; tatilin bitmediği bir yer var mı bildiğin?

FETHİYE TEKNE TURU - YASSI ADALAR - TERSANE ADASI - KIZIL ADA

TEKNE TURU Fethiye’den cumartesi günü için Perşembe akşamı rezervasyonumuzu yaptırıyoruz. Bütün tekneler dolu. Ancak ilk gördüğünüz tekne ile hemen anlaşmayın, fiyatlar hepsinde değişiyor. Maalesef daha önceden tur kapsamında olan Kleopatra ve Bedri Rahmi koylarına artık gezi tekneleri gidemiyor, yasaklanmış. Ancak özel tekneler gidebiliyormuş. Gündüz, yarım günlük, tam günlük, mehtap turları seçenekleri her yerde olduğu gibi burada da mevcut. Ama benim en çok ilgimi çeken gece yarısı yola çıkıp sabaha kadar köpekbalığı avlanan küçük tekneler oldu. Oltayla köpekbalığı avlamak da enteresan bir deneyim olabilir avlanmayı sevenler için. Sabah 10.30’da teknemiz denize açılıyor. Yol boyu uçan balıklar eşlik ediyor bize. Suyun yaklaşık 20 cm kadar üzerinden metrelerce uçabilen balıklardan söz ediyorum size. İnanılmaz bir manzara. Teknenin kıç tarafından oltalarını atan 2 kişi yol boyunca balık avladı. Her seferinde de balıkları tekneye çıkarabilmek için tekne durdu ve bir alkış koptu teknede. Ucuna yem bile takılmayan, balığın ağzına kazara takılan iğneyle balık yakaladığı için övünmek de insanoğluna mahsus bir davranış olsa gerek. Siz hiç ceylanı avladığı için alkış bekleyen aslan gördünüz mü? Yassı Adalar Yassı Adalar, Göcek kasabasının tam karşısında yer alan bir birine çok yakın bir grup ada. Bu adalar grubunun en büyüğünün tam ortasında, kumlu bölümde, tuzlu bir göl yer alıyor. Adalar arasındaki sakin koylarda tekneler demirlemiş. Adalarda hiçbir yapılaşma yok, teknelerde yemek yeniliyor. Şnorkelle dalmak ve milyonlarca şeffaf balık yavrusunun arasında onlarla birlikte yüzmek inanılmaz bir his. Kumun arasından kıskacını uzatıp yan yan yürüyen kocaman bir yengeçle göz göze geliyoruz, hemen yanında kalkan balığı gibi yassı ama çok daha küçük bir balık var, dikkat çarpabilir. Bilmemek özgürlüktür derler, suyun dibinde bunları gördükten sonra ayaklarımı bastığım yerlere çok daha temkinli basacağım sanırım bundan böyle. Teknede balık menüsünden oluşan öğle yemeğimizi de yiyip ayrılıyoruz buradan. TERSANE ADASI Adanın adı, eskiden burada yaşayan ve geçimini gemi yapımı ve tamiri ile sağlayan Yunan ve Türk halktan kaynaklanıyor. Tersane ve köyün kalıntılarını hem denizde hem de adada görmek mümkün. Denizin içinde gemilerin bağlandığı iskele babalarından var bol miktarda. 1957’deki Fethiye depremi buradaki kalıntıları da önemli ölçüde yok etmiş. Deniz bir harika, doyamıyoruz yüzmeye ancak daha görecek yerler var, ayrılıyoruz istemeden. DOMUZ ADASI Adaya yanaşırken kaptanımız anons yapıyor, suya dalarsanız, batık kiliseyi görebilirsiniz. Tekneden atlayıp dalıyoruz hemen. Denizin ortasında minik bir tepenin üzerinde kilisenin temellerini görüyoruz. Çok derinde değil, suyun yalnızca birkaç metre altında. Hatta bazı bölümlerin üzerinde rahatlıkla yürünebiliyor. Bir zamanlar insanların yaşadığı yerler şimdi balıklara yuva olmuş. İri iri çipuralar etrafımızda dolaşıyor, buralar artık bizden sorulur dercesine pervasızlar. KIZIL ADA/TAVŞAN ADASI Bu ada tam bir pazarlama başarısı, hiçbir özelliği olmayan bir adaya birkaç çift tavşan bırak ve çoğalmalarını bekle, sonra da gelsin turistler. Adada çalıların arasında 10 kadar iri tavşana rastladık. Teknelerden kendileri için bırakılan lahana yapraklarını mideye indirirlerken onları izleyebilirsiniz. Adada çamur banyosu olduğu ise külliyen yalan. Çamurlu bir alan olduğu doğru ancak şifa değil mikrop kaparsınız, aman diyeyim. İlk defa tavşan adasında martılar eşlik ediyor teknemize.

ÖLÜDENİZ - KELEBEKLER VADİSİ - KABAK KOYU -

ÖLÜDENİZ Ölüdeniz’e gidelim diyoruz, metrelerce otopark kuyruğu. Güneşin altında telef olmaya değmez, görmediğimiz yer de değil, beklemeye değmez deyip es geçiyoruz. Tepeden izliyoruz güzelliğini ve Babadağ’dan paraşütle süzülenleri. Tepeye doğru tırmanmaya başlıyoruz Likya Yolu’nu takip ediyoruz. Likya Yolu’nda cidden kafayı yediğini düşündüğümüz turistler var. 35-40 dereceyi bulan öğle sıcağının altında koşuyor ya da yürüyorlar kan ter içinde, yüzleri pancara dönmüş bir halde. Biz de İngilizler’e özeniyoruz ama sadece trafik konusunda. Zira Kelebekler Vadisi’ne giden yol virajlı ve dar, sağ tarafı da uçurum. Mecburen karşıdan araba gelmediğini gördüğümüz düzlüklerde sol şeritten gidiyoruz. Sağ tarafta herhangi bir durumda arabayı tutabilecek korkuluk bile yok. Yol boyunca Yunan radyolarını dinliyoruz. Belki de Kaya Köy’den gidenlerin torunları söylüyor özlem dolu şarkıları. KELEBEKLER VADİSİ Adını vadinin sonundaki şelalenin çevresinde yaşayan milyonlarca kelebekten alır. 08 Şubat 1995'de 1. derecede doğal SİT alanı ilan edilen ve her türlü yapılaşmaya kapatılmış. Sahilde ve tepede birer kamp alanı mevcut. Ulaşım genel olarak Ölüdeniz'deki sahilden kalkan teknelerle sağlanıyor, arabayla gitmek mümkün değil. Bir diğer seçenek de vadinin tepesinden yürüyerek inmek. Bu zorlu yolu tercih eden gençlerle konuşuyoruz. İnişin yarım saat kadar sürdüğünü ancak geri dönüşün çok daha zorlu olduğunu ve bir daha denemeyeceklerini anlatıyorlar. O kadar yorulmuşlar ki vadinin sonuna yürüyüp kelebekleri görmeye bile üşenmişler. Vadiyi çevreleyen kayalar son derece sarp, aşılmaz görünüyor. Ferhat bile Şirin için delmeyi göze alır mıydı bilemiyorum. Keşke ben de kelebek olup uçabilseydim. Tepeden o masmavi denize süzülebilseydim. Yok, kelebek olmaz, bir günlük ömür beni kesmez, üstelik kelebekler yüzemez. Martı olsam? Etrafta bir tane bile martı da yok aksi gibi. Nerede bu kuşlar? 9 günü görünce onlar da bayram tatiline çıkmış anlaşılan. KABAK KOYU Kabak Koyu adını su kabağından alıyor, kabaklardan lamba ve süsler yapılıyor. Kelebekler Vadisi’nin komşusu. Birinci derece sit alanı ilan edilmiş ve her türlü inşaat yasaklanmış. Tepede aşağıya arabaların inmediğini, ancak ciplerle sahile gidilebildiğini öğrendik. Ağaçların yoğunluğundan koyu tepeden görebilmek de mümkün değil. Yolumuzun üzerinde, Marmaris’te arayıp da bulamadığımız bir keçiboynuzu ağacı sürpriz yapıp çıktı karşımıza. Keçiboynuzu içinde fasulye gibi çekirdekleri olan bir meyve ancak kabuğu boynuz gibi sert, kırıp içindeki balı emmek mümkün. Keçiboynuzu kakao gibi öğütülüp çikolatalarda ve sütlerde tatlandırıcı olarak da kullanılıyor. Çevrede cırcır böceklerinin şarkısından başka tek bir ses bile duyulmuyor. Hani yere iğne düşse cırcırlar kafalarını çevirip bir bakacaklar ritim niye bozuldu diye. Huzur böyle bir şey.

DATÇA - GÖCEK - FETHİYE - KAYA MEZARLARI - KAYAKÖY - AF KULESİ - GEMİLER ADASI

DATÇA Yıllardır Datça’ya gitmiyorduk yolu çok kötü diye, zira virajlı ve çok dardı. Ancak yeni yol gerçekten güzel olmuş, kolayca gittik bu sefer. Datça eski Datça ve Yeni Datça olarak ayrılıyor. Eski Datça, aralarında Can Yücel’in evinin de yer aldığı eski taş evlerin bulunduğu otantik bir yer. Burada birkaç bar ve hediyelik eşya satan dükkânlar ile seyyar olarak el işlerini satan köylü kadınlar var. Can Yücel’in evi müze yapılmış ancak şu an sadece yılda 1 gün, o da ölüm yıldönümü olan 12 Ağustos’ta olmak üzere açılıyormuş. Maalesef içini göremedik. Evin kapısına Can Baba’nın Yeni Türkü’nün Yeşilmişik adıyla Can verdiği şiiri asılmış. SUDA Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık, Tutmuşum tutmuşum ellerinden senin; Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık. Balıklar gibiymiş, sessiz ve karanlık, Yüzermiş saçların, yüzermiş nefesin; Susarmışız öyle, bir sakin derenin İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık. Can YÜCEL Can Yücel ile ilgili aklıma gelen bir anıyı da yazmadan edemeyeceğim. 1940’lı yıllarda, Gazi Yaşargil ve Can Yücel Ankara’da okuldan arkadaştır ve ikisi de çok başarılı öğrencilerdir. Aralarında kimin okulu birinci bitireceği konusunda da rekabet vardır. İki arkadaş da yurtdışında öğrenim yapmak için sürekli para biriktirmektedir. Sonunda Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışı bursuna başvururlar. Gazi, bursu alır ama Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu Can alamaz. Türkiye’de kalır ve biriktirdiği parayı da arkadaşına yolluk olarak verir. Bunu şöyle açıklıyorlar: “Milli Eğitim Bakanı kendi oğluna iltimas geçti” demesinler diye babası, oğlu Can Yücel’in bursunu gerçekten hak ediyor olmasına rağmen engellemiştir. Can Yücel babasına tumturaklı bir küfür savurmuş mudur içinden? Datça’da ev yemekleri yedik, özellikle kabak çiçeği dolmasını tavsiye ederim. Bir de yöre de bir kaktüsün ağaç mısırı, ağaç inciri gibi isimlerle anılan meyvesi yeniyor. Meyvesi de kaktüs gibi dikenli, soyması da, yemesi de çok zahmetli. Meyvenin içi de nar gibi çekirdekli, tadı vasat; 40 yıl yemesem yemek aklıma gelmez. GÖCEK Magazin haberlerinden ünlülerin yazın tekneleriyle görüldükleri bu sosyetik sahil beldesini hatırlarsınız. Burası adeta bir tatil köyünün bahçesi gibi düzenlenmiş sahili, marinaları ve İstanbul’da bile bulamayacağınız deniz ekipmanları satan dükkânları ile denizciler için oldukça şık bir beldemiz. Ucuzluğuyla ünlü süpermarket zincirlerinin şubeleri bile burada pahallı tarifeler uyguluyor. Ancak sahilde belediyeye ait kafenin fiyatları sudan ucuz. Mutlaka burada denize ve fıskiyeye karşı birer kahve için. Tekneniz yoksa Göcek’in merkezinde birkaç saatten fazla kalmanızın âlemi yok. Teknelerden yer bulup denize bile giremezsiniz. Gece için zaten tek bir bar var ve hayat en geç 01.00’de bitiyormuş. FETHİYE Yollarda bal ve oyuncak satan köylüler var sık sık. Peluştan yapılmış koyun ve eşekler satıyorlar. Koyunları büyük olasılıkla kasaplar süs diye alıyordur dükkânları için de inşallah eşekleri de onlar almıyordur; nallı kuzu satıyoruz diye! Dalaman Çayı’ndan geçiyoruz, su falan kalmamış olsa olsa poşet çay olur bundan fazla dem çıkmaz. Su kalmaması çok normal klima çalışmasa biz bile buharlaşacağız arabada, saçmalamamı mazur görün. Deniz suyu da Marmaris’e göre çok tuzlu ve çok daha sıcak burada. Göcek’ten sonra yol boyunca mola vermek için güzel bir yer aradık, ünlü orman kamp alanlarına baktık ancak hepsi çok kalabalık. Mangal kokusu kamp alanın girişinden itibaren burun direklerini kırıyor insanın. Çadırlar üst üste, eşyam çalınır mı diye düşünmekten denize bile giremez insan. Nerede çokluk orada yokluk da var tabi, tuvalete girebilmek için Ramazan çadırı misali kuyrukta beklemeye de hiç niyetimiz yok. Ormanın denizle bütünleştiği yerde konaklama fikri ne kadar cezp edici olursa olsun tatil demek biraz da huzur demek, Yeni Cami’nin önünde bu kadar kalabalık yok. Hoş orada en azından güvercinler var, bu orman kamplarına evcil hayvan da almıyorlar. İki ayaklılar yeter, bir de 4 ayaklılarla uğraşmayalım diyorlar herhalde. Biz Yanıklar’da konaklıyoruz. Denize akan dere buz gibi suyu ile sıcak suyu serinletiyor. Dereden gelen taşlar inanılmaz güzellikte, nazar boncuğu gibi bir torba dolusu taş topluyorum. Bunları koymak için bir fanus alayım diye düşünürken bari boş kalmasın diyip su kaplumbağası sahibi oluyorum dönüşte. Balıkusa, kapikus kardeş geldi. Denizkızının arkadaşları da böyle oluyor, ne yapalım. Fethiye’nin ismi nereden geliyor? Likyalılar kente Telmessos adını vermişler. Kenti Güneş Tanrısı Apollonun kurduğuna inanılıyor. Bir Likya efsanesi Telmessos isminin kaynağını şöyle açıklar, “Tanrı Apollo Finike Kralı’nın en küçük kızı Agenor'a aşık olur. Küçük bir köpek kılığına girer ve utangaç, çekingen kızın sevgisini kazanır. Daha sonra yakışıklı bir adam kılığında tekrar ortaya çıkar ve oğullarına ışıkların ülkesi anlamına gelen “Telmessos” ismini verirler.” Fethiye’nin Osmanlı dönemindeki adı uzak şehir anlamına gelen Meğri. Fethiye burada yoğun olarak yaşayan İngilizler’in de etkisiyle oldukça Avrupai bir görüntü sergiliyor. Son derece modern ve güzel binalar inşa edilmiş. Sadece limandaki gudubet kültür merkezini sevimsiz buluyoruz. Fethiye merkezdeki ve Çalış’taki çarşılar rengârenk, hediyelik eşya cenneti adeta. Fethiye çarşısının en güzel yönlerinden biri de akşam saatlerinde çevreye yayılan yasemin kokuları. 1934 yılında Şehit Pilot Fethi Bey’in anısına şehre “Fethiye” adı verilmiştir. KAYA/KRAL MEZARLARI Likya Kaya Mezarları Fethiye’de şehir merkezinde yer alan, Likya döneminden kalma M.Ö.4.yy.’da kayaya oyulmuş bu mezarları bilmeyeniniz yoktur. 194 basamak tırmanarak mezarların en görkemlisi olan Amintas’a ulaşılır. İon stilinde ve tapınak türündedir. Soldaki sütunun orta kısmında, M.Ö.4.yy. alfabesi ile “Herpamias oğlu Amintas” yazılıdır. Bu tip mezarlar dönemin saygın kişileri ve aileleri için hazırlandığından Amintas’ın kim olduğu tam bilinmese de saygın bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ölüler taş ya da ağaç lahitler içine gömülmüştür. Kaya mezarlarının dış cephelerinde de ölen kişi ve ailesi hakkında bilgiler yer almaktadır. Thelmesos’da mezarların özelliği, ölen kişinin evine benzer şekilde inşa edilmeleri ve mezarların içine ölenin altın, gümüş, seramik gibi kişisel ve değerli eşyalarının konmasıdır. Böylelikle tekrar hayata döndüklerinde yabancılık çekmemeleri hedeflenmektedir. Ancak bu değerli eşyalar define avcılarının dikkatini çekmekte gecikmemiş ve maalesef günümüzde kapıları kırılarak tüm mezarlar Türkiş Indiana Joneslarca soyulmuş. Kenarda eşiyle birlikte oturan amcayla ayaküstü sohbet ediyoruz. 85 yaşındaymış ve kaya mezarlarının eski bekçisiymiş. Daha önce belediyeye bağlı olan mezarların şimdi müzeler müdürlüğüne devrolduğunu onların ilgilenmediğini, belediyenin de artık gelir elde edemediği için küstüğünü anlatıyor, çevredeki pet şişe dağlarını gösterirken. Oysa “Müzenin sözcük anlamı "ilham perisi"dir. Bir kentte ne kadar çok müze varsa, o kentte yaşayanların o kadar çok ilham kaynağı var demektir” diyor Sunay Akın. Biz de ilham perisinden müzeler müdürünün buralara bir el atmasını dileyelim bari gelmişken, sevaptır. KAYAKÖY Arabadan inmeden spor ayakkabılarımızı giyiyoruz, Kayaköy adı üzerinde kayalık bir yer, terlikle gidip burkulma ya da daha da kötüsü kırılmalara meydan vermemek için tedbiri elden bırakmamakta yarar var. Antik Likya Uygarlığı’na ait Karmillassos üzerinde 14. yy.’da kurulmuş bir Rum köyüdür. Eski adı Levissi'dir. 1922 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “nüfus değişimi” (mübadele) anlaşması uyarınca, Kaya Köy’ün Rum sakinleri ile Batı Trakya'da yaşayan Türkler karşılıklı olarak yer değiştirmiştir. Mübadeleden sonra köy terk edilmiş ve hayalet köy sıfatını hak eder olmuş. 1922’den önce; 25000 nüfuslu köyde, 3000 bina, 5 doktor, 3 eczacı, 1 okul, 2 kilise ve 10'dan fazla şapel vardı. Avukat sayısını bulamadım, hiç avukatın bulunmadığı mutlu bir köy olabilir mi Kayaköy? Köyün daracık sokaklarında yokuş yukarı ilerliyoruz. Bazı sokaklarda 2 kişinin yan yana geçmesi bile mümkün değil. Bu korunma amaçlı bir düzenleme olmalı; hem hayvanlardan hem de insanlardan gelecek tehlikelere karşı. Kayaköy’e arka girişten giriyoruz, burada bilet gişesi yok, meyve satan teyze yolda seyyar biletçilerin olduğunu, onların da bilet kesebileceğini söylüyor ancak içeride rastlamıyoruz hiçbirine. Hoş içeride hiçbir bilgilendirme tabelası da yok. Bu bilet ücretleri buralara geri dönmüyorsa neden alınır bunu da anlamakta güçlük çekiyoruz. Yokuşun hemen başında çatısı da sağlam kaldığı için diğerlerine göre daha düzgün bir ev ile karşılaşıyoruz. Adının Dost olduğunu söyleyen takı satıcısı bize evi gösteriyor. Ev diğer evler gibi 2 katlı; yukarıda 2 oda ve bir hol var, aşağıda da mutfak ve tuvalet varmış. Yukarıda hala güzelliğini koruyan sedir ağacından yapılmış yüklük dolapları, halı tezgâhı ve sedirler dikkatimizi çekiyor. Oda kapısının kilidi de gerçekten çok ilginç, kapının pervazındaki bir deliğe parmağınızla dokunduğunuzda kapının içindeki kilit açılıyor. Yine camdaki kepenk de içeriye çapraz şekilde konulan bir tahta çıta vasıtasıyla kilitlenebiliyor. Üst katta daha önce lavabonun durduğu bir köşe evlerin içinde su olduğunu anlatıyor bize. İçeride de bir şömine var ısınmak için. Minik bir tatlı kaşığı buluyorum odalardan birinde, belki de bir bebek mamasını yedi bu kaşıktan diye düşüncelere dalıyorum. Bu hayalet köy hüzünlendiriyor insanı. Rum dostlarımız gitmeseydi de bize “kalimera” diyip bir soğuk ayran ikram etseydi şuracıkta soluklansaydık, cacık kelimesine i ekleyip kendi dillerine adapte ediverseler; caciki deselerdi, baklava sizin mi bizim mi diye tatlı tatlı atışsaydık karşılıklı, ne olurdu sanki? Unesco fonuyla köyün yeniden canlandırılması planlanıyormuş, inşallah güzel bir proje ile gerçekleşir, yeniden hayata döner bu güzel köy. Evin duvarlarına birileri fotoğraflar asmış sanki giderken insanlar bunları bile almadan gitmiş izlenimi verse de aşağıdaki köylü teyzelerle yaptığımız sohbet sonucu bu fotoğrafların gerçek olmadığını öğreniyoruz. Rasta saçlı Dost’umuzun turistik hileleri bunlar anlaşılan. Köyün içlerine doğru tırmanıyoruz. Aynı yokuşta 2 küçük şapel ile bir büyük kilise arasında yalnızca 20’şer metre mesafe var. Dinlerine oldukça düşkün oldukları anlaşılıyor köy sakinlerinin. Hoş köyde bir anfi tiyatro da bulunmadığına göre insanların sosyalleşebildikleri mekânlar bu kiliseler olmuş anlaşılan. Büyük kilisenin (Taksiyarkis Kilisesi) hala görkemini koruyan dere taşlarıyla süslenmiş büyük avlusu 1922’ye kadar düğünlere ve cenazelere ev sahipliği yapmış olmalı. Kiliselerin içindeki freskler tahrip edilmiş. 1957 Fethiye Depremi ile de evler iyice harabeye dönüşmüş, sedir ağacından yapılan kapıları mübadeleyle gelenlerce alınıp yeni yerleşim alanlarına götürülmüş. Köyde çıplak duvarlar kalmış. Kiliseyi gezerken İskoç bir çiftle karşılaşıyoruz. İlk gelişleri değil Türkiye’ye, zaten konuştuğumuz turistlerin neredeyse tamamı 1’den fazla kez Türkiye’ye geldiklerini söylüyor. Çoğunluğu İngiliz, sizin güneşli havanızdan! sonra nasıl buldunuz buraları diyoruz gülüyorlar. İskoçlar’a biz de sizin viskinizi seviyoruz diyoruz; biz viski sevmeyiz diyorlar. O yüzden mi ihraç ediyorsunuz yani diyorum; evet içmiyoruz bari para kazanalım diyorlar. İşin üzücü yanı bu turistler zengin insanlar değiller. Ülkelerinde kamyon şoförü, itfaiyeci, hemşire olarak çalışan sıradan insanlar ancak bir sterlin verip 3TL alabildikleri için ülkemizde tatil yapmak onlar için 3 kat daha ucuz oluyor haliyle. 19 yıldır her yıl Türkiye’de tatil yaptıklarını anlatıyor bir diğer aile. Ülkemizde kaç memur, aralıksız her yıl ailesiyle yurtdışında haftalarca tatil yapabilir? Bir şeyleri yanlış yaptığımız ortada. İşin üzücü yanı bu turistler zengin insanlar değiller. Ülkelerinde kamyon şoförü, itfaiyeci, hemşire olarak çalışan sıradan insanlar ancak bir sterlin verip 3TL alabildikleri için ülkemizde tatil yapmak onlar için 3 kat daha ucuz oluyor haliyle. 19 yıldır her yıl Türkiye’de tatil yaptıklarını anlatıyor bir diğer aile. Ülkemizde kaç memur, aralıksız her yıl ailesiyle yurtdışında haftalarca tatil yapabilir? Bir şeyleri yanlış yaptığımız ortada. AF KULESİ MANASTIRI Kayaköy’den ayrılıp yola devam ediyoruz. Tabelada 3 km yazıyor ancak yolun sonuna geldiğimizde kendimizi ormanın içinde buluyoruz. Çevredekilere sorduğumuzda ormanın içinden 20 dakika kadar yürürsek bir papaz tarafından tek başına kayaya oyularak yapılan kiliseye ulaşacağımızı öğreniyoruz. Bizim papaz kadar çile çekmeye bugünlük niyetimiz yok geri dönüyoruz. Ormanın içinde çay yapmak için ateş yakanları görünce Orman Yangın Hattını arayıp uyarıyoruz. 15 dakika sonra sirenlerini öttürerek yanımızdan geçen ekip yüreğimize biraz su serpiyor. Bu canım ormanları bir bardak çay için yakıp kül etmeye kimsenin hakkı yok. GEMİLER ADASI Yine ormanların arasından devam ediyoruz istikamet Gemiler Koyu. Koyun tam karşısında Gemiler Adası bulunmaktadır. Adada Hıristiyanlarca kutsal sayılan 11 havariden biri olan Aziz Nikola'ya adanmış bir kilise bulunmaktadır. Noel baba olarak bilinen Saint Nicolas'ın bu adada doğduğu da rivayet edilir. (Benim Demre’de gezdiğim kilise de ona aitti, bakalım daha kaç yerde daha çıkacak karşımıza. İyi şeyleri sahiplenmeye pek meraklı insanoğlu. Çocuk sınavdan iyi not alınca “işte babasının oğlu”, yaramazlık edince “senin oğlun ne olacak” olur ya, işte o hesap) Ada 5.yy dan itibaren Avrupa'dan ve Doğu Akdeniz ülkelerinden kalkan ticaret ve gezi gemilerinin rotası üzerindedir. Ayrıca Hıristiyanlarca da kutsal kabul edilerek ziyaret edilmektedir. Biz yine çok kalabalık olduğu gerekçesiyle duraklamadan devam ediyoruz yolumuza.

SELİMİYE - BOZBURUN - BÖRDÜBET - AMAZON

SELİMİYE Selimiye’ye aslında bir kitabın izinden geldik. Kitabın ismi; “Sarıldım minik teknemin halatına” yazarı Çetin Kent ise tahmin edeceğiniz üzere ailesiyle Selimiye’ye yerleşmiş ve burada 4 odalı butik bir pansiyon işletiyor. Butik diyorum çünkü pansiyonda kalan misafirlerine kaldıkları süre boyunca yelken ve denizcilik dersleri veriyor teknesi ile. Girit Pansiyon’a gidip daha önce facebook’ta arkadaş olduğumuz Çetin Kent ile sohbet ediyoruz. Ankara’da deniz kuvvetlerinde askerlik yapması ile başlayan deniz serüvenini bir de ondan dinliyoruz kahvelerimizi yudumlarken. Bize kitabından, Sadun Boro ve Meriç Köyatası ile pek çok ünlü denizcinin çat kapı pansiyonuna geldiklerinden ve Sadun Boro’nun özel tarifi ile hazırladıkları ahtapotlardan bahsediyor. Anlattıklarıyla iştahımızı kabartıyor; hem ahtapotlara hem de yelkene… Selimiye çok şirin, minik bir köy. Pansiyonlarda konaklayabilir veya günü birlik gelebilirsiniz. Cafelerde çay, kahve nispeten ucuzsa da hediyelik eşya dükkânları el yakıyor. Tatil boyunca gittiğim yerlerden kişisel koleksiyonum için magnet yani buzdolabı süsleri toplamaya başladım. Her yerde 1.5-3 TL aralığında olan magnetler burada 6 TL’ya satılıyor. Bir satıcının büyük bir samimiyetle söyledikleri aklıma gelince gülüyorum. “Bu magnetler bize boş geliyor üzerlerindeki Marmaris, Fethiye gibi yazıları biz yazıyoruz.” Eminönü’nden toptancıdan alıp kalemle kendiniz de yazabilirsiniz bu durumda. Selimiye sadece bir muhtarlık olduğu için yapılaşma biraz düzensiz, yine de görülmeye değer. Yerli ve yabancı teknelerin de tercih ettikleri güzel bir liman. Burada da hem denizin ortasındaki minik adada bir gözlem kulesi hem de arkadaki dağda ufak bir kale var. Anlaşılan o ki gözlem kulesinin saldırı uyarısını alan köy ahalisi yukarıdaki kalede tehlikenin geçmesini beklermiş. BOZBURUN Bilinen en eski adı Tinos ya da Timnos, yakın tarihte Bozburun, Drahya’nın en önde gelen yerleşim yeri ve limanı olarak “Bosprina” adıyla tanınmış. Fıskos, Rodos, Knidos ve Halikarnos ile birlikte “pençepolis”; beş şehir olarak yarı devlet biçiminde tarihte yer almış. Bozburun ismi de tahminimce Bosprina isminden gelmektedir. Ancak yöre “boz” sıfatını gerçekten hak ediyor. Çevredeki dağlar o kadar çıplak ki, Ege’nin tipik bitki örtüsü olan makilere bile rastlanmıyor. Bozburun çok düzgün bir sahil şeridine sahip. Tekneler için çok güzel bir liman sunuyor. Limanda bağlı milyon dolarlık teknelerden birinde masadakiler dikkatimi çekiyor. Yaptığım derin incelemeler sonucu bu tekneleri kullanan insanların da bizler gibi su ve cola içtiklerini tespit ediyorum. Yok bir farkımız demek ki. Bozburun’dan ayrılırken koşmakta olan Tarık Tarcan’a rastlıyoruz yolda, anlıyoruz ki o da buranın sakinlerinden. BÖRDÜBET, AMAZON Adını savaş yıllarında bu koyda saklanan İngilizler'den alıyor. Yöre sakinleri İngilizler'in kuşların çokluğu ve çeşitliliği karşısında şaşırdıklarını ve buraya Türkçede kuş yatağı anlamına gelen "Bird the bed" ya da “birds bed” adını verdiklerini söylüyorlar. İngilizlerin koyduğu bu ad zamanla değişime uğramış ve yöre Bördübet olarak anılmaya başlamış. Gerçekten de yol boyunca martı bile görmemiş olmamıza rağmen Bördübet yolunda önümüzden av kuşlarının hızla geçtiklerini gördük. Orman içinden gelen yol dar ve virajlı adeta ralli yaparcasına sahile iniliyor. Ancak sahile indiğinizde muhteşem manzarayı görüyorsunuz. Yoldaki hoşluklardan birisi otelin yol boyunca koyduğu eğlenceli tabelalardı. Üzerlerinde; otoban amblemi, dikkat radar var, 140km’den fazla hız yapmayın gibi ibareler vardı ki aslında ancak 10-15km/saat hızla gidebiliyorduk. Amazon denilen bölüm ise gerçekten muhteşem bir görüntü sunuyordu gözlere. Mavinin tonunu anlatmaya kelimelerim kifayetsiz kalır; ben diyeyim lacivert, siz deyin Turkuaz hadi ikimizin de gönlü olsun diye ikisinin arasındaki tüm mavi tonlarını serpiştirelim; işte öyle muhteşem bir deniz. Plajda öğleden sonra acayip bir rüzgâr çıktı, şemsiyemizi ters çevirdi, biz de kaçtık. Çevrede sadece 2 otel var, ev, market, çadır ve sair hiçbir şey yok bunlardan başka. Huzuru ve sessizliği arıyorsanız doğru yerlerdesiniz ama amacınız amiyane tabirle “piyasa yapmak” ya da o bar senin bu bar benim gezmekse buralarda boşuna zaman kaybetmeyin. Amazon’dan sol tarafa doğru devam edince yandaki koyda inanılmaz büyüklükte kelebeklerle karşılaştık, hayatımda hiç bu kadar büyüklerini görmemiştim. Yolda giderken eğlence olsun diye yolun kenarında otlayan bir eşeğe yol sorduk. “Bilmem” anlamında omuz silken eşek, bizim makara yapmaya devam etmemiz üzerine bulunduğu tümsekten aşağıya arabanın önüne indi ve yolumuzu kesti. Adeta bizimle dalga geçti, “buradan ileriye gitmeyin, bir şeycik yok” demek istedi belki de ama korna ile kenara geçmesini sağladık sonunda. Gerçi eşeklik ettik, gitmeyin orda bir şey yok demesine rağmen onu dinlemedik ama dönüşte bunu yüzümüze vurmadı Allah’tan, sessizce yanından sıvıştık.

HİSARÖNÜ -TURGUT ŞELALESİ - KIZKUMU -

HİSARÖNÜ Ayağımın tozu, tenimin tuzuyla gördüklerimi yazmaya devam ediyorum. Ne yani, illa saçlar ağarınca mı yazılır anılar? Eh biz de bu saçları güneşte boşuna sarartmadık di mi? Marmaris’te bir sonraki durağımız Hisarönü, burada konaklıyoruz. Burası rüzgârıyla meşhurmuş bu nedenle yelken kulübü varmış bulunduğumuz koyda. Kulüp tamam da biz rüzgârı göremedik. Göremediğimize de hiç mi hiç üzülmedik. Deniz çarşaf gibi, hatta strech lastikli çarşaflar gibi tek bir kırışıklık, buruşukluk yok. Geceleri yıldızları izliyoruz, çevrede o kadar az ışık var ki, Samanyolu’nun utangaç yıldızları bile yüzlerini gösteriyorlar bize. Öyle ki burada gökyüzüne yeterince uzun bakarsanız yıldız kaydığını görebilirsiniz. Ben gördüm ve dileğimi de tuttum, ne dilediğimi tabi ki söyleyemem. Tatilde makyaj yapmadım, topuklu ayakkabı giymedim. Kolumda saatim yoktu, gazete okumadım, televizyon izlemedim. Müzik olarak dalgaların fısıltısı ve cırcır böceklerinin cıvıltısı yeter de artar bile. Cırcır böceği demişken, tatil boyunca sesleri hiç kesilmedi. Hep aynı böcek arabada bizimle seyahat mi etti, yoksa her yeri istila mı etmişler, ondan pek emin değilim. Zira acayip kamuflaj yapıyorlar, üzerine konduğu ağacın kabuğundan ayırt edebilmek oldukça zor. Ancak 9 gün boyunca her daim şarkı söyleyen bu müzisyen dostlarımıza karıncalar epey haksızlık ediyor sanırım masalda. Kıskançlık kötü şey azizim; ben hiç şarkı söyleyebilen karınca duymadım, ne de olsa bir çekememezlik var. Hayvanlar âlemine dalmışken ballarıyla ünlü Marmaris’in arılarından da bahsetmemek olmaz. Arının biri sahilde şezlonga oturmak isterken beni soktu, neymiş efendim; “Onun yerine oturmuşum, sabah erkenden kalkıp havlusunu atmışmış oraya”. Ben de ona; “Bana baksana; işçisin sen işçi kal” dedim tam bir kraliçe edasıyla. Hoş fazla da kızamadım çünkü bacağımda iğnesini bıraktığı için zaten ömrü vefa etmeyecekti kendisine, büyüklük bende kalsın dedim. Dedim ama arının soktuğu yer şişti, botokslu gibi oldu; bari bacağımdan ısırmayaydı iyiydi. Çevredekiler; “Olsun şifadır, romatizmaya iyi gelir” dediler. İflah olmayan bir Pollyanna olduğumdan ona da; “Çok şükür” dedim, geçtim. 1 hafta oldu, hala kaşınıyorum, zamane arılarına da bir haller olmuş anlaşılan. Karasinekler de epeyce vahşiler, et koparmadan bırakmıyorlar. Tatile çıkarken yanıma deodorant dışında parfüm bile almayan ben, her gece sinekler için özel parfüm banyosu yapıyorum sinek kovucularla. Çekici kokumu duyan ısrarcı sinekler de bir süreliğine benimle flört etmekten vazgeçiyorlar. Çevrede hiç kuş olmamasına şaşırıyoruz, İstanbul’da çatılarda gezinen martılar burada denizlere küsmüş anlaşılan, bir tane bile göremiyoruz. Ertesi günkü rotamız Turgut Şelalesi, Kız Kumu, Selimiye ve Bozburun. TURGUT ŞELALESİ Turgut Köyü’nde halı satılan bir mağazaya uğruyoruz. Burada turistler için halı dokuyan köylü kızlar da var. Ancak kızlar yüzlerini gösterecek şekilde fotoğraf ve görüntü çekmemize izin vermiyorlar. Evli kadınlar daha rahat. Halıları ile ünlü Turgut Köyü’nün bir de şelalesi var. Aslında en büyüğü yaklaşık 10 metreden dökülen, peş peşe sıralanmış 5 şelaleden oluşuyor. Etrafına ahşap yürüyüş yolları yapılarak doğal bir şekilde düzenlenmiş. Minik şelalelerden birine girip yüzmek de mümkün. Ayağınıza kaygan kayalarda düşmemek için sağlam bir ayakkabı giymenizi tavsiye ederim. Yörede son derece yaygın olan cip safarilerinden biri ile de şelaleye ulaşmak mümkün. Zaten şelaleye giden eski yolu köylülerden biri; “Burası benim arazim” diyerek kayalarla kapatınca, yeni bir yol açmak zorunda kalınmış. Yeni yol da epeyce dar ve virajlı, üstelik aracınız cip değilse altını vurmamak için epey akrobasi yapmanız gerekiyor. KIZKUMU Orhaniye Kızkumu’nda denizin ortasında, diz hizasına kadar ancak gelen suyun altında, kumdan oluşmuş bir yol var. Kum dediysem adı kum, ufalanmış kiremit gibi kırmızı ve bastığınız anda can yakacak kadar keskin minik parçacıklardan oluşuyor. Çıplak ayak yürümemekte yarar var. Bizim gibi oradaki satıcılardan silikon patik alabilir ya da daha da iyisi tatile çıkmadan önce bunlardan birer çift edinebilirsiniz. Denizin ortasındaki bu yol doğal olamayacak kadar düzgün görünüyor. Yolun iki yanı ise birden derinleşiyor. Efsaneye göre; 3 bin yıl önce Baybassos kentinin kralı savaşı kaybetmiş, öldürülmüş. Kralın güzel kızı, prenses de korsanlardan kaçmak istemiş ama yüzme bilmiyormuş. Bu nedenle eteğine doldurduğu kumları serpe serpe karşı kıyıya geçmeye kalkmış. Fakat eteğindeki kumlar bitince karşı kıyıya geçemeden boğularak ölmüş. Zaten kumdan yol da karşı kıyıya ulaşmadan denizin ortasında sona ererek adeta efsaneyi haklı çıkartıyor. Denizdeki tonlarca ağırlıktaki kumun miktarına bakınca insan ister istemez prensesin eteğine kaç metre kumaş gittiğini de merak ediyor. Kızkumu’na turistlerin yoğun ilgisi nedeniyle kumlar dağıldığı için sit alanı ilan edilen bölgeye girişler sınırlandırılacak ve kumdan yola giriş turnike ile kontrol altına alınacakmış. Telefonlara buzdan yapılmış jetonlar atmak gibi dahiyane çözümler bulan yurdum insanı eminim bu turnike işine de el atmakta gecikmeyecektir. Yaratıcı yurdum insanı demişken, kibarlık budalası birisi çıkıp da Kızkumu’nun ismini “Bayan Kumu” olarak değiştirir mi dersiniz? Neyse ben de baymayayım sizi. Kızkumu’nda ayrıca yine denizin ortasında bir kale yükseliyor. Ancak sarp bir kayalığın üzerinde olduğu için yakından görmek maalesef mümkün olmuyor. Ama bunun için üzülmeye yer yok zira bu civarda adım başı ya bir kale ya da gözlem kulesi var; biri olmazsa ötekini görebilirsiniz.

19 Şubat 2012 Pazar

VARVARİS (MARMARİS)

MARMARİS
Şirin Akyaka’yı geride bırakıp Vavaris’e doğru ilerliyoruz. Vavaris; Marmaris oluyor.
Ben ilk kez 9 aylıkken Vavaris’te denize girmişim. Anlayacağınız doğru dürüst yürümeyi öğrenmeden Vavaris’te yüzmeyi öğrenmişim ördekbaşlı simidimle; bu yüzden de yeri ayrıdır bende her zaman Marmaris’in.
İnerken bir tepede duraklıyoruz, aradan geçen zamanda neler değişmiş diye inceliyoruz kuşbakışı. Büyümüş, gelişmiş, serpilmiş Marmaris ama makyaj yapmayı pek öğrenememiş; keşke eski günlerdeki gibi sade ve doğal kalabilseymiş. Yüksek binaları ile herhangi bir Anadolu şehrinden farkı kalmamış bu güzel ilçenin.
Tepeden aşağıya sahile iniyoruz yavaş yavaş. Bu arada su şişesi ile büyük aşk yaşıyoruz, yol boyunca el ele, kol kolayız. Gerçi bana biraz soğuk davranıyor ama ne yalan söyleyeyim bu sıcakta, tam da bu yönüyle beni cezp etmeyi başarıyor.
İÇMELER/GÖLENYA
İçmeler’e gidiyoruz. 30 yıl önce turunç bahçeleriyle dolu olan eski adıyla Gölenya’nın hikâyesi de enteresan.
Eskiden erkek çocukları daha kıymetli olduğundan tarıma elverişli araziler miras paylaşımlarında hep erkek çocuklara verilirmiş, deniz kenarındaki kıymetsiz araziler de kızlara. Eh, Allah’ın sopası yok, o zamanın fakir ama gururlu kızlarının arsalarında artık 5 yıldızlı oteller yükseliyor. Sonradan imara açıldığı için de İçmeler, Marmaris merkeze oranla çok daha düzenli ve güzel.
İçmeler’den sonra Marmaris’in diğer ucuna Yalancıboğaz’a gidiyoruz. Yolumuzun üzerindeki Günnücek Ormanı’nda duraklamamak olmaz.

GÜNNÜCEK ORMANI
Yörede endemik bir ağaç türü olan günnük ağaçlarının en yoğun olarak bulunduğu yer Günnücek Ormanı.
Günlük ya da sığla adlarıyla anılan ağaçlardan elde edilen sığla yağı (elma yağı da deniyor), sağlık alanında ve parfüm üretiminde kullanılıyor. 25–40 metreye kadar boylanan bu ağaç, ilk bakışta çınar ağacına benziyor. Her ağaçtan iki ya da üç yılda bir, yaz mevsiminde, uzunlamasına yarıklar açılarak ağacın güzel kokulu yağı ve kabukları alınıyor.
Mide ülseri ve oniki parmak bağırsağı rahatsızlıklarında şeker ya da balla karıştırılarak içiliyor. Yara üzerine kapatılan sığla yağı, yaranın büyümesini engelliyor. Ayrıca balgam söktürücü, nefes darlığını giderici ve bedeni rahatlatıcı etkileri var.

Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın “aşk iksiri” ve parfüm olarak kullandığı sığla yağı, Hipokrat döneminden beri ilaç olarak da kullanılmış.
Eski Mısırlılar sığla yağını mumyalama işlemleri sırasında da kullanmışlar.
Eski Mısır yazılarında da geçen, dünyanın en çok oksijen üreten ağacı olarak biliniyor.
Kişisel olarak kekik, tuz ve papatya ile birlikte suya karıştırıp ayaklar için çok dinlendirici bir banyo hazırladığımı da eklemeliyim.
Diş ağrılarında da bir pamuğa sürerek dişinize koyduğunuzda ağrının dindiğini göreceksiniz.
Ancak maalesef hem ağaçlar sayıca oldukça azalmış hem de bu yağı işleyen yalnızca yaşlı bir dede kalmış. Birkaç sene sonra belki de mahrum kalacağız bu nimetten.
Günnücek Ormanı geç de olsa milli park ilan edilmiş.
Koruma altındaki ormanın içinden akan derenin sahile ulaştığı noktadan denize girmek de mümkün.


YALANCIBOĞAZ
Bu doğal limana geçtiğimiz yıllarda modern bir marina inşa edildi. Marinanın yapımından önce Yalancı boğaz’ın bir tarafından Akdeniz’e, şu an marinanın yer aldığı taraftan ise Ege’nin mavi sularına dalmak mümkün olabiliyordu. Bu doğal güzellik maalesef bozulmuş.

Yalancıboğaz ile ilgili pek çok efsane var.

En çok anlatılan efsane ise Sarı Ana ile ilgili olanı. Kanuni Sultan Süleyman Rodos’u almak üzere sefere çıkacağı zaman donanması ile Marmaris’e gelir. Sarı Ana donanmanın fırtınadan korunabilmesi için Cennet Adası’na doğru bir avuç kum serpiştirir karadan ve orada doğal bir mendirek oluşmasına neden olur.
Tüm birliklerini tek bir ineğinin sütü ile beslediği rivayet edilen Sarı Ana’nın ününü Kanuni de duymuştur ve sefere çıkmadan önce ondan akıl almak ister.
Sarı Ana, Sultan’a; “Sefer öncesi beklerken komşu bahçelerden meyve çalmayan yeniçerilerle sefere çıkması halinde Rodos’u alacağını” söyler. Bunu uygulayan Kanuni Rodos’u alır ancak teşekkür etmek için döndüğünde Sarı Ana’yı vefat etmiş bulur.
Mezarı üzerine bir türbe inşa ettirir.

Devam edecek...