1 Temmuz 2012 Pazar

HİSARÖNÜ -TURGUT ŞELALESİ - KIZKUMU -

HİSARÖNÜ Ayağımın tozu, tenimin tuzuyla gördüklerimi yazmaya devam ediyorum. Ne yani, illa saçlar ağarınca mı yazılır anılar? Eh biz de bu saçları güneşte boşuna sarartmadık di mi? Marmaris’te bir sonraki durağımız Hisarönü, burada konaklıyoruz. Burası rüzgârıyla meşhurmuş bu nedenle yelken kulübü varmış bulunduğumuz koyda. Kulüp tamam da biz rüzgârı göremedik. Göremediğimize de hiç mi hiç üzülmedik. Deniz çarşaf gibi, hatta strech lastikli çarşaflar gibi tek bir kırışıklık, buruşukluk yok. Geceleri yıldızları izliyoruz, çevrede o kadar az ışık var ki, Samanyolu’nun utangaç yıldızları bile yüzlerini gösteriyorlar bize. Öyle ki burada gökyüzüne yeterince uzun bakarsanız yıldız kaydığını görebilirsiniz. Ben gördüm ve dileğimi de tuttum, ne dilediğimi tabi ki söyleyemem. Tatilde makyaj yapmadım, topuklu ayakkabı giymedim. Kolumda saatim yoktu, gazete okumadım, televizyon izlemedim. Müzik olarak dalgaların fısıltısı ve cırcır böceklerinin cıvıltısı yeter de artar bile. Cırcır böceği demişken, tatil boyunca sesleri hiç kesilmedi. Hep aynı böcek arabada bizimle seyahat mi etti, yoksa her yeri istila mı etmişler, ondan pek emin değilim. Zira acayip kamuflaj yapıyorlar, üzerine konduğu ağacın kabuğundan ayırt edebilmek oldukça zor. Ancak 9 gün boyunca her daim şarkı söyleyen bu müzisyen dostlarımıza karıncalar epey haksızlık ediyor sanırım masalda. Kıskançlık kötü şey azizim; ben hiç şarkı söyleyebilen karınca duymadım, ne de olsa bir çekememezlik var. Hayvanlar âlemine dalmışken ballarıyla ünlü Marmaris’in arılarından da bahsetmemek olmaz. Arının biri sahilde şezlonga oturmak isterken beni soktu, neymiş efendim; “Onun yerine oturmuşum, sabah erkenden kalkıp havlusunu atmışmış oraya”. Ben de ona; “Bana baksana; işçisin sen işçi kal” dedim tam bir kraliçe edasıyla. Hoş fazla da kızamadım çünkü bacağımda iğnesini bıraktığı için zaten ömrü vefa etmeyecekti kendisine, büyüklük bende kalsın dedim. Dedim ama arının soktuğu yer şişti, botokslu gibi oldu; bari bacağımdan ısırmayaydı iyiydi. Çevredekiler; “Olsun şifadır, romatizmaya iyi gelir” dediler. İflah olmayan bir Pollyanna olduğumdan ona da; “Çok şükür” dedim, geçtim. 1 hafta oldu, hala kaşınıyorum, zamane arılarına da bir haller olmuş anlaşılan. Karasinekler de epeyce vahşiler, et koparmadan bırakmıyorlar. Tatile çıkarken yanıma deodorant dışında parfüm bile almayan ben, her gece sinekler için özel parfüm banyosu yapıyorum sinek kovucularla. Çekici kokumu duyan ısrarcı sinekler de bir süreliğine benimle flört etmekten vazgeçiyorlar. Çevrede hiç kuş olmamasına şaşırıyoruz, İstanbul’da çatılarda gezinen martılar burada denizlere küsmüş anlaşılan, bir tane bile göremiyoruz. Ertesi günkü rotamız Turgut Şelalesi, Kız Kumu, Selimiye ve Bozburun. TURGUT ŞELALESİ Turgut Köyü’nde halı satılan bir mağazaya uğruyoruz. Burada turistler için halı dokuyan köylü kızlar da var. Ancak kızlar yüzlerini gösterecek şekilde fotoğraf ve görüntü çekmemize izin vermiyorlar. Evli kadınlar daha rahat. Halıları ile ünlü Turgut Köyü’nün bir de şelalesi var. Aslında en büyüğü yaklaşık 10 metreden dökülen, peş peşe sıralanmış 5 şelaleden oluşuyor. Etrafına ahşap yürüyüş yolları yapılarak doğal bir şekilde düzenlenmiş. Minik şelalelerden birine girip yüzmek de mümkün. Ayağınıza kaygan kayalarda düşmemek için sağlam bir ayakkabı giymenizi tavsiye ederim. Yörede son derece yaygın olan cip safarilerinden biri ile de şelaleye ulaşmak mümkün. Zaten şelaleye giden eski yolu köylülerden biri; “Burası benim arazim” diyerek kayalarla kapatınca, yeni bir yol açmak zorunda kalınmış. Yeni yol da epeyce dar ve virajlı, üstelik aracınız cip değilse altını vurmamak için epey akrobasi yapmanız gerekiyor. KIZKUMU Orhaniye Kızkumu’nda denizin ortasında, diz hizasına kadar ancak gelen suyun altında, kumdan oluşmuş bir yol var. Kum dediysem adı kum, ufalanmış kiremit gibi kırmızı ve bastığınız anda can yakacak kadar keskin minik parçacıklardan oluşuyor. Çıplak ayak yürümemekte yarar var. Bizim gibi oradaki satıcılardan silikon patik alabilir ya da daha da iyisi tatile çıkmadan önce bunlardan birer çift edinebilirsiniz. Denizin ortasındaki bu yol doğal olamayacak kadar düzgün görünüyor. Yolun iki yanı ise birden derinleşiyor. Efsaneye göre; 3 bin yıl önce Baybassos kentinin kralı savaşı kaybetmiş, öldürülmüş. Kralın güzel kızı, prenses de korsanlardan kaçmak istemiş ama yüzme bilmiyormuş. Bu nedenle eteğine doldurduğu kumları serpe serpe karşı kıyıya geçmeye kalkmış. Fakat eteğindeki kumlar bitince karşı kıyıya geçemeden boğularak ölmüş. Zaten kumdan yol da karşı kıyıya ulaşmadan denizin ortasında sona ererek adeta efsaneyi haklı çıkartıyor. Denizdeki tonlarca ağırlıktaki kumun miktarına bakınca insan ister istemez prensesin eteğine kaç metre kumaş gittiğini de merak ediyor. Kızkumu’na turistlerin yoğun ilgisi nedeniyle kumlar dağıldığı için sit alanı ilan edilen bölgeye girişler sınırlandırılacak ve kumdan yola giriş turnike ile kontrol altına alınacakmış. Telefonlara buzdan yapılmış jetonlar atmak gibi dahiyane çözümler bulan yurdum insanı eminim bu turnike işine de el atmakta gecikmeyecektir. Yaratıcı yurdum insanı demişken, kibarlık budalası birisi çıkıp da Kızkumu’nun ismini “Bayan Kumu” olarak değiştirir mi dersiniz? Neyse ben de baymayayım sizi. Kızkumu’nda ayrıca yine denizin ortasında bir kale yükseliyor. Ancak sarp bir kayalığın üzerinde olduğu için yakından görmek maalesef mümkün olmuyor. Ama bunun için üzülmeye yer yok zira bu civarda adım başı ya bir kale ya da gözlem kulesi var; biri olmazsa ötekini görebilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder