1 Temmuz 2012 Pazar

DATÇA - GÖCEK - FETHİYE - KAYA MEZARLARI - KAYAKÖY - AF KULESİ - GEMİLER ADASI

DATÇA Yıllardır Datça’ya gitmiyorduk yolu çok kötü diye, zira virajlı ve çok dardı. Ancak yeni yol gerçekten güzel olmuş, kolayca gittik bu sefer. Datça eski Datça ve Yeni Datça olarak ayrılıyor. Eski Datça, aralarında Can Yücel’in evinin de yer aldığı eski taş evlerin bulunduğu otantik bir yer. Burada birkaç bar ve hediyelik eşya satan dükkânlar ile seyyar olarak el işlerini satan köylü kadınlar var. Can Yücel’in evi müze yapılmış ancak şu an sadece yılda 1 gün, o da ölüm yıldönümü olan 12 Ağustos’ta olmak üzere açılıyormuş. Maalesef içini göremedik. Evin kapısına Can Baba’nın Yeni Türkü’nün Yeşilmişik adıyla Can verdiği şiiri asılmış. SUDA Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık, Tutmuşum tutmuşum ellerinden senin; Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık. Balıklar gibiymiş, sessiz ve karanlık, Yüzermiş saçların, yüzermiş nefesin; Susarmışız öyle, bir sakin derenin İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık. Can YÜCEL Can Yücel ile ilgili aklıma gelen bir anıyı da yazmadan edemeyeceğim. 1940’lı yıllarda, Gazi Yaşargil ve Can Yücel Ankara’da okuldan arkadaştır ve ikisi de çok başarılı öğrencilerdir. Aralarında kimin okulu birinci bitireceği konusunda da rekabet vardır. İki arkadaş da yurtdışında öğrenim yapmak için sürekli para biriktirmektedir. Sonunda Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışı bursuna başvururlar. Gazi, bursu alır ama Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu Can alamaz. Türkiye’de kalır ve biriktirdiği parayı da arkadaşına yolluk olarak verir. Bunu şöyle açıklıyorlar: “Milli Eğitim Bakanı kendi oğluna iltimas geçti” demesinler diye babası, oğlu Can Yücel’in bursunu gerçekten hak ediyor olmasına rağmen engellemiştir. Can Yücel babasına tumturaklı bir küfür savurmuş mudur içinden? Datça’da ev yemekleri yedik, özellikle kabak çiçeği dolmasını tavsiye ederim. Bir de yöre de bir kaktüsün ağaç mısırı, ağaç inciri gibi isimlerle anılan meyvesi yeniyor. Meyvesi de kaktüs gibi dikenli, soyması da, yemesi de çok zahmetli. Meyvenin içi de nar gibi çekirdekli, tadı vasat; 40 yıl yemesem yemek aklıma gelmez. GÖCEK Magazin haberlerinden ünlülerin yazın tekneleriyle görüldükleri bu sosyetik sahil beldesini hatırlarsınız. Burası adeta bir tatil köyünün bahçesi gibi düzenlenmiş sahili, marinaları ve İstanbul’da bile bulamayacağınız deniz ekipmanları satan dükkânları ile denizciler için oldukça şık bir beldemiz. Ucuzluğuyla ünlü süpermarket zincirlerinin şubeleri bile burada pahallı tarifeler uyguluyor. Ancak sahilde belediyeye ait kafenin fiyatları sudan ucuz. Mutlaka burada denize ve fıskiyeye karşı birer kahve için. Tekneniz yoksa Göcek’in merkezinde birkaç saatten fazla kalmanızın âlemi yok. Teknelerden yer bulup denize bile giremezsiniz. Gece için zaten tek bir bar var ve hayat en geç 01.00’de bitiyormuş. FETHİYE Yollarda bal ve oyuncak satan köylüler var sık sık. Peluştan yapılmış koyun ve eşekler satıyorlar. Koyunları büyük olasılıkla kasaplar süs diye alıyordur dükkânları için de inşallah eşekleri de onlar almıyordur; nallı kuzu satıyoruz diye! Dalaman Çayı’ndan geçiyoruz, su falan kalmamış olsa olsa poşet çay olur bundan fazla dem çıkmaz. Su kalmaması çok normal klima çalışmasa biz bile buharlaşacağız arabada, saçmalamamı mazur görün. Deniz suyu da Marmaris’e göre çok tuzlu ve çok daha sıcak burada. Göcek’ten sonra yol boyunca mola vermek için güzel bir yer aradık, ünlü orman kamp alanlarına baktık ancak hepsi çok kalabalık. Mangal kokusu kamp alanın girişinden itibaren burun direklerini kırıyor insanın. Çadırlar üst üste, eşyam çalınır mı diye düşünmekten denize bile giremez insan. Nerede çokluk orada yokluk da var tabi, tuvalete girebilmek için Ramazan çadırı misali kuyrukta beklemeye de hiç niyetimiz yok. Ormanın denizle bütünleştiği yerde konaklama fikri ne kadar cezp edici olursa olsun tatil demek biraz da huzur demek, Yeni Cami’nin önünde bu kadar kalabalık yok. Hoş orada en azından güvercinler var, bu orman kamplarına evcil hayvan da almıyorlar. İki ayaklılar yeter, bir de 4 ayaklılarla uğraşmayalım diyorlar herhalde. Biz Yanıklar’da konaklıyoruz. Denize akan dere buz gibi suyu ile sıcak suyu serinletiyor. Dereden gelen taşlar inanılmaz güzellikte, nazar boncuğu gibi bir torba dolusu taş topluyorum. Bunları koymak için bir fanus alayım diye düşünürken bari boş kalmasın diyip su kaplumbağası sahibi oluyorum dönüşte. Balıkusa, kapikus kardeş geldi. Denizkızının arkadaşları da böyle oluyor, ne yapalım. Fethiye’nin ismi nereden geliyor? Likyalılar kente Telmessos adını vermişler. Kenti Güneş Tanrısı Apollonun kurduğuna inanılıyor. Bir Likya efsanesi Telmessos isminin kaynağını şöyle açıklar, “Tanrı Apollo Finike Kralı’nın en küçük kızı Agenor'a aşık olur. Küçük bir köpek kılığına girer ve utangaç, çekingen kızın sevgisini kazanır. Daha sonra yakışıklı bir adam kılığında tekrar ortaya çıkar ve oğullarına ışıkların ülkesi anlamına gelen “Telmessos” ismini verirler.” Fethiye’nin Osmanlı dönemindeki adı uzak şehir anlamına gelen Meğri. Fethiye burada yoğun olarak yaşayan İngilizler’in de etkisiyle oldukça Avrupai bir görüntü sergiliyor. Son derece modern ve güzel binalar inşa edilmiş. Sadece limandaki gudubet kültür merkezini sevimsiz buluyoruz. Fethiye merkezdeki ve Çalış’taki çarşılar rengârenk, hediyelik eşya cenneti adeta. Fethiye çarşısının en güzel yönlerinden biri de akşam saatlerinde çevreye yayılan yasemin kokuları. 1934 yılında Şehit Pilot Fethi Bey’in anısına şehre “Fethiye” adı verilmiştir. KAYA/KRAL MEZARLARI Likya Kaya Mezarları Fethiye’de şehir merkezinde yer alan, Likya döneminden kalma M.Ö.4.yy.’da kayaya oyulmuş bu mezarları bilmeyeniniz yoktur. 194 basamak tırmanarak mezarların en görkemlisi olan Amintas’a ulaşılır. İon stilinde ve tapınak türündedir. Soldaki sütunun orta kısmında, M.Ö.4.yy. alfabesi ile “Herpamias oğlu Amintas” yazılıdır. Bu tip mezarlar dönemin saygın kişileri ve aileleri için hazırlandığından Amintas’ın kim olduğu tam bilinmese de saygın bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ölüler taş ya da ağaç lahitler içine gömülmüştür. Kaya mezarlarının dış cephelerinde de ölen kişi ve ailesi hakkında bilgiler yer almaktadır. Thelmesos’da mezarların özelliği, ölen kişinin evine benzer şekilde inşa edilmeleri ve mezarların içine ölenin altın, gümüş, seramik gibi kişisel ve değerli eşyalarının konmasıdır. Böylelikle tekrar hayata döndüklerinde yabancılık çekmemeleri hedeflenmektedir. Ancak bu değerli eşyalar define avcılarının dikkatini çekmekte gecikmemiş ve maalesef günümüzde kapıları kırılarak tüm mezarlar Türkiş Indiana Joneslarca soyulmuş. Kenarda eşiyle birlikte oturan amcayla ayaküstü sohbet ediyoruz. 85 yaşındaymış ve kaya mezarlarının eski bekçisiymiş. Daha önce belediyeye bağlı olan mezarların şimdi müzeler müdürlüğüne devrolduğunu onların ilgilenmediğini, belediyenin de artık gelir elde edemediği için küstüğünü anlatıyor, çevredeki pet şişe dağlarını gösterirken. Oysa “Müzenin sözcük anlamı "ilham perisi"dir. Bir kentte ne kadar çok müze varsa, o kentte yaşayanların o kadar çok ilham kaynağı var demektir” diyor Sunay Akın. Biz de ilham perisinden müzeler müdürünün buralara bir el atmasını dileyelim bari gelmişken, sevaptır. KAYAKÖY Arabadan inmeden spor ayakkabılarımızı giyiyoruz, Kayaköy adı üzerinde kayalık bir yer, terlikle gidip burkulma ya da daha da kötüsü kırılmalara meydan vermemek için tedbiri elden bırakmamakta yarar var. Antik Likya Uygarlığı’na ait Karmillassos üzerinde 14. yy.’da kurulmuş bir Rum köyüdür. Eski adı Levissi'dir. 1922 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “nüfus değişimi” (mübadele) anlaşması uyarınca, Kaya Köy’ün Rum sakinleri ile Batı Trakya'da yaşayan Türkler karşılıklı olarak yer değiştirmiştir. Mübadeleden sonra köy terk edilmiş ve hayalet köy sıfatını hak eder olmuş. 1922’den önce; 25000 nüfuslu köyde, 3000 bina, 5 doktor, 3 eczacı, 1 okul, 2 kilise ve 10'dan fazla şapel vardı. Avukat sayısını bulamadım, hiç avukatın bulunmadığı mutlu bir köy olabilir mi Kayaköy? Köyün daracık sokaklarında yokuş yukarı ilerliyoruz. Bazı sokaklarda 2 kişinin yan yana geçmesi bile mümkün değil. Bu korunma amaçlı bir düzenleme olmalı; hem hayvanlardan hem de insanlardan gelecek tehlikelere karşı. Kayaköy’e arka girişten giriyoruz, burada bilet gişesi yok, meyve satan teyze yolda seyyar biletçilerin olduğunu, onların da bilet kesebileceğini söylüyor ancak içeride rastlamıyoruz hiçbirine. Hoş içeride hiçbir bilgilendirme tabelası da yok. Bu bilet ücretleri buralara geri dönmüyorsa neden alınır bunu da anlamakta güçlük çekiyoruz. Yokuşun hemen başında çatısı da sağlam kaldığı için diğerlerine göre daha düzgün bir ev ile karşılaşıyoruz. Adının Dost olduğunu söyleyen takı satıcısı bize evi gösteriyor. Ev diğer evler gibi 2 katlı; yukarıda 2 oda ve bir hol var, aşağıda da mutfak ve tuvalet varmış. Yukarıda hala güzelliğini koruyan sedir ağacından yapılmış yüklük dolapları, halı tezgâhı ve sedirler dikkatimizi çekiyor. Oda kapısının kilidi de gerçekten çok ilginç, kapının pervazındaki bir deliğe parmağınızla dokunduğunuzda kapının içindeki kilit açılıyor. Yine camdaki kepenk de içeriye çapraz şekilde konulan bir tahta çıta vasıtasıyla kilitlenebiliyor. Üst katta daha önce lavabonun durduğu bir köşe evlerin içinde su olduğunu anlatıyor bize. İçeride de bir şömine var ısınmak için. Minik bir tatlı kaşığı buluyorum odalardan birinde, belki de bir bebek mamasını yedi bu kaşıktan diye düşüncelere dalıyorum. Bu hayalet köy hüzünlendiriyor insanı. Rum dostlarımız gitmeseydi de bize “kalimera” diyip bir soğuk ayran ikram etseydi şuracıkta soluklansaydık, cacık kelimesine i ekleyip kendi dillerine adapte ediverseler; caciki deselerdi, baklava sizin mi bizim mi diye tatlı tatlı atışsaydık karşılıklı, ne olurdu sanki? Unesco fonuyla köyün yeniden canlandırılması planlanıyormuş, inşallah güzel bir proje ile gerçekleşir, yeniden hayata döner bu güzel köy. Evin duvarlarına birileri fotoğraflar asmış sanki giderken insanlar bunları bile almadan gitmiş izlenimi verse de aşağıdaki köylü teyzelerle yaptığımız sohbet sonucu bu fotoğrafların gerçek olmadığını öğreniyoruz. Rasta saçlı Dost’umuzun turistik hileleri bunlar anlaşılan. Köyün içlerine doğru tırmanıyoruz. Aynı yokuşta 2 küçük şapel ile bir büyük kilise arasında yalnızca 20’şer metre mesafe var. Dinlerine oldukça düşkün oldukları anlaşılıyor köy sakinlerinin. Hoş köyde bir anfi tiyatro da bulunmadığına göre insanların sosyalleşebildikleri mekânlar bu kiliseler olmuş anlaşılan. Büyük kilisenin (Taksiyarkis Kilisesi) hala görkemini koruyan dere taşlarıyla süslenmiş büyük avlusu 1922’ye kadar düğünlere ve cenazelere ev sahipliği yapmış olmalı. Kiliselerin içindeki freskler tahrip edilmiş. 1957 Fethiye Depremi ile de evler iyice harabeye dönüşmüş, sedir ağacından yapılan kapıları mübadeleyle gelenlerce alınıp yeni yerleşim alanlarına götürülmüş. Köyde çıplak duvarlar kalmış. Kiliseyi gezerken İskoç bir çiftle karşılaşıyoruz. İlk gelişleri değil Türkiye’ye, zaten konuştuğumuz turistlerin neredeyse tamamı 1’den fazla kez Türkiye’ye geldiklerini söylüyor. Çoğunluğu İngiliz, sizin güneşli havanızdan! sonra nasıl buldunuz buraları diyoruz gülüyorlar. İskoçlar’a biz de sizin viskinizi seviyoruz diyoruz; biz viski sevmeyiz diyorlar. O yüzden mi ihraç ediyorsunuz yani diyorum; evet içmiyoruz bari para kazanalım diyorlar. İşin üzücü yanı bu turistler zengin insanlar değiller. Ülkelerinde kamyon şoförü, itfaiyeci, hemşire olarak çalışan sıradan insanlar ancak bir sterlin verip 3TL alabildikleri için ülkemizde tatil yapmak onlar için 3 kat daha ucuz oluyor haliyle. 19 yıldır her yıl Türkiye’de tatil yaptıklarını anlatıyor bir diğer aile. Ülkemizde kaç memur, aralıksız her yıl ailesiyle yurtdışında haftalarca tatil yapabilir? Bir şeyleri yanlış yaptığımız ortada. İşin üzücü yanı bu turistler zengin insanlar değiller. Ülkelerinde kamyon şoförü, itfaiyeci, hemşire olarak çalışan sıradan insanlar ancak bir sterlin verip 3TL alabildikleri için ülkemizde tatil yapmak onlar için 3 kat daha ucuz oluyor haliyle. 19 yıldır her yıl Türkiye’de tatil yaptıklarını anlatıyor bir diğer aile. Ülkemizde kaç memur, aralıksız her yıl ailesiyle yurtdışında haftalarca tatil yapabilir? Bir şeyleri yanlış yaptığımız ortada. AF KULESİ MANASTIRI Kayaköy’den ayrılıp yola devam ediyoruz. Tabelada 3 km yazıyor ancak yolun sonuna geldiğimizde kendimizi ormanın içinde buluyoruz. Çevredekilere sorduğumuzda ormanın içinden 20 dakika kadar yürürsek bir papaz tarafından tek başına kayaya oyularak yapılan kiliseye ulaşacağımızı öğreniyoruz. Bizim papaz kadar çile çekmeye bugünlük niyetimiz yok geri dönüyoruz. Ormanın içinde çay yapmak için ateş yakanları görünce Orman Yangın Hattını arayıp uyarıyoruz. 15 dakika sonra sirenlerini öttürerek yanımızdan geçen ekip yüreğimize biraz su serpiyor. Bu canım ormanları bir bardak çay için yakıp kül etmeye kimsenin hakkı yok. GEMİLER ADASI Yine ormanların arasından devam ediyoruz istikamet Gemiler Koyu. Koyun tam karşısında Gemiler Adası bulunmaktadır. Adada Hıristiyanlarca kutsal sayılan 11 havariden biri olan Aziz Nikola'ya adanmış bir kilise bulunmaktadır. Noel baba olarak bilinen Saint Nicolas'ın bu adada doğduğu da rivayet edilir. (Benim Demre’de gezdiğim kilise de ona aitti, bakalım daha kaç yerde daha çıkacak karşımıza. İyi şeyleri sahiplenmeye pek meraklı insanoğlu. Çocuk sınavdan iyi not alınca “işte babasının oğlu”, yaramazlık edince “senin oğlun ne olacak” olur ya, işte o hesap) Ada 5.yy dan itibaren Avrupa'dan ve Doğu Akdeniz ülkelerinden kalkan ticaret ve gezi gemilerinin rotası üzerindedir. Ayrıca Hıristiyanlarca da kutsal kabul edilerek ziyaret edilmektedir. Biz yine çok kalabalık olduğu gerekçesiyle duraklamadan devam ediyoruz yolumuza.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder